İngiltere Ve Türkiye Burjuvazilerinin Yönetim Yöntemleri

TÜRKMENLER DE KURTULUYOR. Herne kadar AB ve de ABD Kuzey Irak'a girmeyin dediyse de, onların da bildiği gibi Türkiye halihazırda Kuzey Irak'tadır. Son dönemde de Kuzey Irak'taki asker sayısı artırılmakta. Bu arada "yiyecek ve yakıt" ayaklarında, ve de Mardin'den İskenderun'a gidiyor ayaklarında pek çok ABD silah malzemesi de Türkiye üzerinden Kuzey Irak'a giriyor.

Türkmenlere dönersek. Hani şu "Rum gavurlarına karşı" savaş dönemlerinde Karasakal subaylar gelir de evlerde misafir olurdu ya. Dağlarda da kalırdı ya. İşte Kıbrıs'ta yapılan bu işin aynısının tıpkısı, ama çok daha büyük rakkamlarla Kuzey Irak'ta yapılmakta. Binlerce karasakal subay Türkmenler'in evlerinde misafir edilmekte. Bu arada Türkmenler Kıbrıslı Türkler'e bir baksınlar. İyi ederler. Bu metodlarla kurtarıldı Kıbrıslı Türkler. Şimdi sıra onlarda. Bulgar Türkler'i ise Bulgaristan'da AB üyeliği şansı belirince acele tarafından kaçtılar geriye. Türki Cumhuriyetler'de "kurtarılanlar" da açlık ve savaşla boğuşuyorlar. Nükleer fizik yerine Kuranı Kerim öğreniyorlar! Burjuvazi milletler arası ilişkileri o kadar barbar ilişkilere dönüştürdü ki, ezilen ve güçsüz milletler sarılacak dal arıyorlar. Saddam'ın hışmından korunmak için ABD-AB'ye sarılan Kürtler, yine aynı nedenle ABD-AB ve de Türkiye'ye sarılan Türkmenler. Denize düşen yılana sarılırmış derler. Bize sorarsanız, yüzmeyi öğrenmek, komünizmin gemisine binmek zamanıdır!

TÜRKİYE'DE BURJUVAZİNİN YÖNETİM METODLARI, TÜRKİYE'DE SEÇİMLER VE DOĞRUDAN DEMOKRASİ Kurtuluş Savaşı sonrası, gerek Osmanlı İmparatorluğu'ndan kendileri için en önemli parçaları koparmayı başardıklarından, gerekse savaş sonrası ekonomilerinin, bilhassa da 1929 krizi ile, zayıflığından dolayı Türkiye'de fazla aktif olmayan emperyalist büyük güçler, 1930 sonlarından başlayarak ve ikinci dünya savaşı sonrası, Sovyetlere karşı saldırı çerçevesinde de sürekli artan bir şekilde Türkiye'nin ekonomik, siyasi yapısında aktif rol almaya başladılar. Türk burjuvazisi büyük güçlerin ABD hegomonyasında kurdukları dünya düzeninde kendilerine onlar tarafından biçilen çerçevede hareket etmektedir. Türkiyenin yarı-sömürge konumu diye bilinen, bugün ve her geçen gün sömürge konumuna doğru ilerlemekte olan yapısı böyle oluşmuştur. Bürokrasi bağımsız bir sınıf değildir. Hakim sınıfın hizmetindedir. Kendi bürokratik çıkarlarını bu hakim sınıfın düzeni içerisinde, bu düzeni koruyarak hayata geçirebilir. Kendi geleceğini yabancı büyük güçlerin dünya için çizdikleri plana doğrudan bağlayan, bu plana uyarak var olan Türk burjuvazisinin asker ve sivil bürokrasisinin de kendi varlık ve geleceğini Türk burjuvazisinin yaşamını dikte eden yabancı güçlere bağlaması kaçınılmazdır. Bu çerçevede hareket eden Türk asker-sivil bürokrasisi yabancı güçlerin Türk burjuvazisine dünyada biçtikleri rolle bağlantılı olan bir hizmet vermektedir. 1980 sonrası Türkiye'de burjuvazinin, dolayısıyla onların koruyucusu, kollayıcısı ve de yönlendiricisi konumunda olan emperyalist büyük güçlerin, esas olarak da ABD'nin, ülkeyi yönetmek için kullandığı bazı yöntemler şunlar:

I. Genel Çerçeve

  1. Muhalif sendika, parti, örgüt, gazete vb. lerde aktif, ve bilhassa önder unsurların öldürülmesi. Bu metod uzun bir dönemdir. "Muz Cumhuriyeti" olarak bilinen, doğrudan ABD güdümündeki ülkelerde ABD tarafından örgütlenen ve yönlendirilen bir metoddu. 1980 sonrası bu metod Türkiye'de de uygulandı. Şu anda bu uygulamada bir düşüş gözlense de, bu metodu uygulayan yapılanma ve örgütlenmeler olduğu gibi korunmaktadırlar. Korunacaklar da.

  2. Muhalefetin gerilla-ordu şeklinde örgütlendiği yörelerde yukarıdaki faaliyetlerin genişletilmiş, ve kitleleri de içeren bir şekilde uygulanması. Köy ve şehirlerin yerle bir edilip vatandaşların sürülmesi ve katli. Bu da ABD'den ithaldir. Gerçi Türk burjuvazisi ve sivil-asker bürokrasisinin bu konularda ithalata ihtiyacı yoktur. İhracat bile yapabilir-yapıyor da, ama bugünkü Türkiye şartlarında bunlar ABD-Avrupa-Rusya onaylı faaliyetlerdir ve onlar tarafından desteklenmektedir de!

  3. Yoksul kesimlerin ideolojik boşlukta kalması şartlarında kaçınılmaz olarak komünizme meylettiğinin anlaşılması üzre, yoksulların örgütlenmesi için dini ve şöven parti ve kuruluşlara açık-gizli destek, sola da açık köstek. Bu yöntem 1980 sonrası tüm dünyada yaygınlaştırılan bir yöntemdir. Emperyalist kapitalizmin gericiliği konusunda şüphesi olanlara hatırlatılır. Dini ve şöven örgütler 1980 sonrası hem paraya hem de desteğe boğuldular. Türkiye Silahlı Güçlerinin dini gericiliğe karşı tedbir aldığını, ona karşı direndiğini iddia edenler olsa olsa kör gözlü bireyler ve örgütler olabilirler. Bu örgütler, hem ayrı, sivil, kendi başlarına, parti vb. olarak güçlendirildiler, hem de devletin kurduğu kontr gerilla örgütlerinden tutunuz, korucular, mafya ve güçlendirilmiş bir polis teşkilatı bunların taraftarları ile dolduruldu-bilhassa da yönetildi.

  4. Burjuvazinin parti olarak örgütlenmesi binbir parçaya bölündü, eski "köklü" partiler dağıtıldı, yenileri kuruldu, böylece onların bir veya iki parti örgütlenmesi üzerinden güçlü parti örgütlerine sahip olması engellendi. Gerçi Türk burjuvazisinin iki esas parti olarak örgütlendiği eski şartlarda bile bu parti örgütlenmesinin ne kadar iç tutarlılığa sahip olduğu, geçtim işçileri, küçük-orta-büyük burjuva sınıfları dahi davasına kazanma yeteneği tüm darbeler döneminde açıkça görülebilinir. Bu partilerin hiçbirisi, iktidar partileri olmalarına rağmen, hiçbir darbeye karşı örgütsel bir direniş göstermemiş, önderlerinin hapisten tutunuz idamına kadar uzanan saldırılara karşı hiçbir direniş sunamamıştır. Burjuvazinin partilerinin zayıflatılmasının burjuvazinin yönetimi için hiç te akla yatkın olmayan bir yöntem olduğu düşünülebilinir. Ama bu yönetimin dünya emperyalistlerinin çıkarları çerçevesinde, Türk büyük burjuvazisi ile ve bazan ona bile karşı, Türk asker-sivil bürokratları üzerinden bir yönetim olduğu akılda tutulursa, bu yöntemin gayet akla yatkın bir yöntem olduğu görülür. Türk burjuvazisinin bu basit olguya karşı direnme imkanı da yoktur. Türk ulusunun boğazına sarılmaktır onlara verilen görev.

  5. Yabancı emperyalistlerin ve onların Türk burjuva ve asker sivil bürokrat uşaklarının esas yönetim yöntemi ise işçi sınıfının örgütlenmesini zorlaştırmak, önliyemiyeceği oranda kontrol altına almaktır. Mesela Türk-İş, işçi sınıfı hareketi daha fazla bir yaygınlık sahibi değilken, ama kapitalist gelişmenin buna yol açacağı bilindiği için, 1950 başlarında Amerikan gizli servisi, CİA'nın yönetiminde, o kötü şöhretli Amerikan işçi konfederasyonu tarafından kurulmuştur. Büyük fabrikalar devlet malı olarak inşa edilmek zorunda olduğu oranda, tüm devlet işletmelerinin işçileri de Türk-iş'e üye edilmiştir. Bu tekel bir ara DİSK tarafından sarsılmış, 1980 darbesi ile bu zayıflatılmış, şimdi ise Türk-iş yanında dini ve açık şöven işçi örgütleri de kurularak işçi hareketi belini doğrultması imkansız bir kıskaca alınmıştır. Tüm bunlara rağmen radikalleşen işçi hareketinin radikal önderleri de katledilerek sorun çözülmektedir. İşte, komünist hareketin ileri adım atması için çözülmesi gereken düğüm de buradadır. İşçi sınıfı hareketi bu girdap ve tuzaktan kurtulmamış Türkiye esir kalmaya devam edecektir.

  6. Tabii ki 1980 sonrası hızla geliştirilen medyaya, sivil örgütlere vb. de değinilebilinir. Ve tabii ki bunların da rolleri vardır. Olacak da. Bunların rolleri, AB üyeliği çerçevesinde, demokrasi oyununun daha demokratik yöntemlerle oynama ihtiyacı arttıkça artacak. Bizce şu anda o kadar önemli değiller. Burjuvaların partileri bile onlardan daha önemli!!! II. Seçimler ve Başbakanlık Kriz Merkezi 1980 sonrası oluşturulan seçim sisteminde, vatandaşın cunta partisini cezalandırıp Özal ve ANAP'ı iktidara getirdiği söylendi. Fakat Özal ve ANAP'ın o dönemin dünya ve Türkiye şartlarında IMF kontrollü ekonomi ve ABD kontrollü askeriye için, iç ve dış siyasetin dünya emperyalizmine uygunluğu için, biçilmiş kaftan olduğu görüldü. Çok geçmeden iktidar için tek parti olarak Özal ve ANAP, burjuvazinin eski siyasi temsilcilerinin örgütlenme haklarına kavuşmaları üzerinden oluşan dönemde dağıtılmışlardır. Uzun dönem iktidarda kaldıklarında kendilerini fasulye gibi nimetten sanabilecek kadar aptallaşıyorlarda! Bu yeni çok partili dönemde "anlaşılmaz bir şekilde"? hiçbir kitle temeli olmayan, seçim kazanma şansı olmayan partilerin birdenbire seçim kazandıklarını gördük. En son 3 Kasım seçimlerinde hemen hemen yok olma noktasında olan CHP'nin beş dakikada beşiktaş neredeyse iktidara geldiğini, kendilerine karşı 28 Şubat harekatının yapıldığı iddia edilen dinci kesimin ise iktidar olduğunu gördük. DEHAP'ın ise barajı bile aşamadığını. Seçim sonrası pek çok yorumlar yapıldı. Şeçmenin yönelimiyle ilgili olarak. Açıktır ki pek çok Türk burjuvazisi saflarında her biri yeşil dolar için analarını dahi satmaya hazır pek çok farklı çıkar gurupları ve dolayısı ile pek çok burjuva partinin mevcudiyeti seçmen oylarını bölmesi, medya ve burjuvazinin DEHAP'a karış tavırları üzerinden kitlelerin DEHAP ve diğer sol partilere yönelmesinin önlenmesi vb., var olan olguları yansıtabilir. Ama bunlar işin esasını gözden kaçırmaktadır. İşin esası şudur ki, daha seçimler olmadan AKP ve CHP nin seçimleri kazanacağı bilinmekteydi. Hangisinin çoğunluğu elde edeceği tartışma konusuydu, ama onların ortalığı silip süpüreceği herkesin malumuydu. Nasıl mı? Çünkü Türkiye'de seçim sonuçlarını ne medya düzenler, ne partilerin gücü, ne de şu veya bu. Bu sonuç Başbakanlık Kriz Merkezi (BKM) tarafından belirlenir. Seçmenler isterlerse %100 DEHAP'a oy vermiş olsalardı bile sandıktan AKP ve CHP çıkacaktı. Tüm diğer burjuva partiler de uzun bir müddet muhalefette kalmak zorunda olacaktı. Anglo Sakson emperyalizminin güdümünde olan BKM göz kırptıktan sonra tüm sivil bürokrasi ve medya AKP ve CHP ye seçim kazandırma savaşına girişti. Seçmenler bu partilere yöneltildi. Gerçi hiçbir seçmen bile bu partilere oy vermeseydi yine de sonuçlar aynı olacaktı. Türkiye'de bir sandıktan diyelim ki tüm oylar DEHAP'a çıkmıştır. Bunun seçim merkezine AKP oyları olarak bildirilmesini önleyecek hiçbir mekanizma yoktur. Başka bir değişle, seçim döneminde seçmeni kandırmak, onun oyunu almak, onun oyunu sol partilerden istenilen partilere yönlendirmek önemli olabilir. Mesela DEHAP'a oy verilmesini önlemek önemli olabilir. Ama şu andaki yapılanmada o kadar da önemli değildir. Bir yandan şu anda vatandaşlar, işçiler dahil, hala daha şu veya bu burjuva partinin kuyruğu konumundadır. Bu başarılmaktadır. Ama burjuva partilere karşı tepki o kadar da az değildir. Bu şartlarda bile sonuçlar garantilidir. BKM, merkezi olarak oyları istediği yüzde oranında tutacak yapılanmaya sahiptir. Kitleleri kazanmakta ve onların oy hakkı ve oylarını korumakta ısrarlı olan sol partiler her bir sandık başında ve aynı zamanda bu sandıkların oylarının bildirildiği merkezi yapılanmada kontrolü elde etmediği müddetçe seçim sonuçları tam bir palavra, BKM sonuçlarıdır. Bu da bizi doğrudan demokrasiye getirir. III: Doğrudan Demokrasi. Bugünlerde burjuvazi, bilhassa da Amerikan ve Avrupa emperyalist burjuvazisi demokrasi şampiyonu olduğunu ilan etmektedir. Bu demokrasinin burjuva demokrasisi olduğu, esas içeriğinin burjuva diktatörlüğü olduğu Marksistler'in bilgisi dahilindedir. Gel gelelim yinede söz konusu olan demokrasidir. Bu burjuva demokrasisinin pratik olarak vatandaşlar tarafından red edildiğinin en bariz kanıtı vatandaşların seçimlere katılmamaları şeklinde orataya çıkmaktadır. Vatandaşların en yoğun olarak seçimlere katıldığı ülkeler, seçimlere katılımın zorunlu olduğu ülkelerdir. Tüm bunlardan sonra seçim sürecinde uygulanan burjuva sahtekarlıklar devreye girmektedir. Burjuvazi ve partileri sadece medyaya ve tüm diğer imkanlara sahip olmaları üzerinden seçim kazanmaya fazla güvenmemektedirler. Komünist muhaliflere karşı girişilen bin bir saldırı ve kıstlamayla da yetinmemektedirler. Oy satın almalar, oy sayımında sahtekarlıklar, sayılan oyların merkezi olarak toplandığı merkezlerde sahtekarlıklar, aklınıza gelebilecek tüm sahtekarlıkların üstüne daha düşünemediğiniz sahtekarlıkları da ekleyin. Zorbalıkları da ekleyin. Seçimler, demokrasinin aracı olarak seçimler, böylesi metodlarla yönetilir burjuva şartlarda. Tüm bunlar burjuvazinin en demokratik yöntemleri kullandığı ülkelerde bile demokrasiyi piç etmek zorunda olduğunu ispatlar. Kaldı ki birde doğrudan demokrasi sorunu ortaya çıkmış durumdadır. Mikro-çip, ve dolayısı ile kompüterler ortaya çıktıktan sonra, yeni bir iletişim sistemi de ortaya çıktı. İnternet. Bu sistem belirli aralıklarla parlementoya temsilci seçme gerekliliğini ortadan kaldırmaktadır. İnternet, vatandaşların her bir konuda her an oy kullanmalarını, demokrasinin aracı olarak seçim yapmalarını mümkün kılmaktadır. Yani seçmenlerin 4-5 yılda bir seçim sandığına gidip, parlementoda kendilerini temsil edecek, ülkenin şu veya bu hayati konusunda onlar adına siyaset belirleyecek temsilciler seçmesine gerek yoktur. Seçmenler, vatandaşlar, ülkeyi ilgilendiren her konuda doğrudan kendi görüşlerini ortaya koyup, bu görüşleri hayata geçirecek kurumlara emir verebilirler. O kurumlarda çalışan kişileri beğenmediklerinde işten alabilirler vb. Bugün, nasıl ki insanları bollukta yaşatmanın imkanı vardır, ve fakat burjuvazinin yönettiği bu dünyada her yıl 40 milyon insan açlıktan, eften püften hastalıklardan ve savaşlardan ölmektedir, yine bugün, insanlar kendi kendilerini yönetebilir, insanlığı ilgilendiren her konuda her an karar alabilir, kendilerini kendileri yönetebilirler. Ancak bugün insanlar, katılmadıkları seçimlerde, her türlü sahtekarlıkla ayarlanan sonuçlara dayanan seçim sonuçları üzerinden onları temsil ettiğini iddia eden, kendi çıkarını herşeyin üstünde tutan bireyler tarafından yönetilmektedirler. Tabii, ve dahası, böylesi bir sistemde yaşayanlar da 'şanslı' olanlardır. Göstermelik olarak bile seçimlerin olmadığı ülkeler, monarşiler, askeri diktatörlükler, vb. de bol miktarda mevcuttur. Tüm dünyada, ve bu arada Türkiye'de de eğer burjuvazi ve onun asker sivil bürokrasisi vatandaşa saygılı olsa, Türk insanına (Kürtler'i unuttuk) değer verse, ve de demokrasi istese, doğrudan demokrasiyi uygulamaya koyar. Ama burjuvazi kendi iktidarını sürdürmek istediği için doğrudan demokrasiyi katiyetle hayata geçiremez. Doğrudan demokrasi sadece seçim sonuçlarına hile bulaştırılmasını imkansız kılmayı kolaylaştırmaz. O, aynı zamanda tüm iktidarı gerçekten sokaktaki insana, yani emekçi çoğunluğa verir. Vatandaşların çoğunluğunun onaylamadığı hiçbir iş yapılamaz. Bu da kaçınılmaz olarak vatandaşların çoğunluğunun değil, kendi azınlıklarının çıkarına iş yapan burjuvazinin ve onu asker sivil bürokrasisinin sonu anlamına gelir. Lenin emperyalizm çağında burjuvazinin top yekün gericilik anlamına geldiğini ilan ettiğinde doğrudan demokrasinin imkanları oluşmamıştı. Şimdi ise bu imkanlar oluşmuştur. Ve burjuvazinin insanlığa sunabildiği en ileri yönetim tarzı temsili demokrasidir. Burada da seçimlere binbir hile, sahtekarlık ve zorbalık karıştırılmaktadır. Bugünün dünyasında en ileri burjuva demokrasisi, en ileri temsili demokrasi bile burjuva gericiliğin ispatıdır. Türkiye'deki seçimler bunun en açık ispatlarından biridir. Türkiye'deki seçim sonucu seçilen parlementerler, seçimlerdeki her hileyi bir kenara koysak bile, sadece ve sadece IMF ve yabancı burjuvaların isteklerini yerine getirmekle yükümlü, vatandaşı asla temsil etmeyen bireylerdir. III. İşçilerin iktidarı Türkiye'yi ve insanlığı burjuvazinin barbarlığından kurtaracak, onlara doğrudan demokrasiyi sunacak tek iktidar türü vardır. İşçi sınıfının iktidarı. Ancak ve ancak işçiler iktidara gelirlerse insanlık doğrudan demokrasiye kavuşabilir. Türkiye'de bu iktidarı elde etmenin tek yolu anti-emperyalist birleşik cephenin oluşturulması, Türkiye'de anti-emperyalist birleşik cephe hükümetinin kurulmasıdır. İNGİLİZ EMPERYALİZMİ'NİN YÖNETİM YÖNTEMLERİ ÜZERİNE

İngiliz emperyalizmi kendi tahakkümü altına aldığı bir ülkede kendi rolünü aydınlatıcı, ilerletici, barbarlığa karşı, yerel halkların yaşamını iyileştiren bir rol olarak ortaya koyar. Rakiplerininkini ise tam tersi. Yahu onlar kendi yönetimleri altındaki insanlara karşı ne kadar da barbarca davranıyorlar! Duyan duymayan da dünyanın ilk toplama kamplarını Güney Afrika'da bunların oluşturmadığını, Hitler'in oluşturduğunu sanacak. Yerli halkları köle olarak, hem de ikinci dünya savaşında, Kenya'da, bunların çalıştırmadığını, Hitler'in bunu yaptığını sanacak. Kendi çıkarları için yürüttüğü savaşlarda sömürge ulusların gençlerini ölüme sürülecek asker olarak bunların kullanmadığını, sadece Amerikalılar'la Fransızlar'ın, mesela Vietnam'da böyle yaptığını sanacak. Sömürge ve bağımlı tüm ülkelerde açlıktan ve hastalıktan kırılmaların en yaygın uygulayıcılarını İngiliz emperyalistleri değil de, Japon ve Almanlar'ın işi sanacak. Vs. Vs. Tabii rakipleri de İngiliz'in pisliğini teşhirde geri durmazlar. Kimin ne haltlar yediğini öğrenmek istiyorsan onların rakipleri ne diyor onları bil! Pislikler orda sergilenir! İyi ama tüm bunlar nasıl becerilmektedir? Amaç bellidir. Ülkelerin kanını emmek. Bu amacı elde etmek için kullanılan yönetim tarzı yönetilen ülkelerin şartlarıyla doğrudan bağıntılıdır. Aşırı derecede geri, köylü, ve hatta kapitalizm öncesi şartlarda yaşayan bir ülke ile, modern, sanayileşmiş bir ülke aynı tarzda yönetilemez. 1949 öncesi Hindistan'da bir tür, ikinci dünya savaşı sonrası Almanya'da başka bir tür yönetim gerekir. 1949'a doğru gitmekte olan Hindistan'da da başka bir tür! Her şey şartlara bağlıdır. Petrol zengini ülkeleri petrol zengini yapmak, ve hem bu zenginlik şartlarında onları yönetmek, hem de bu zenginliği Alman, Fransız, Japon, İtalyan'ı yönetmek için devreye koymak sanat işidir. İnsan canına değer vermeyen hayvan oğlu hayvanların sanatı! Barbarlığın sanatı! 500 değişik ırkın yaşadığı Hindistan'da toprak ağalığı rejimi oluşturup, birkaç toprak ağası üretip onlar üzerinden ülkeyi yönetirsin. Dahası, bu ağalardan birkaçını diğerlerinin maşası yapıp, sadece onlara dayanıp, diğer küçük ve diğer ırklardan olanları onlara yönettirirsin. İngiliz karşısında hepsi daha aşağı mahluklardır. Senin İngiliz sömürge memurların bunu bilir. Ama o bir ırktan ve dinden olan daha büyük ağaların da tüm diğerlerini küçümsemesini ayarlamayı, onlarla birlikte bu işi ayarlamayı unutmayasın sakın! İşte o zaman küçük ve tabi ki modern silahlarla silahlanmış ordunla koskoca bir ülkeyi soyup soğana çevirebilirsin. Onu açlık ve hastalıktan kırıp geçirebilirsin. Bir de dönüp açlığa karşı kampanya da başlatabilirsin. Dün Hindistan bugün Afrika açlıktan ölüyorsa sorumlusu bunlar mıdır? Yok efendim ne demek. Baksana aç insana yemek veriyor insan sever köpek! Böl ve yönet politikası olarak bilinen politikanın bir türüdür Hindistan türü. Pek çok türü vardır. Kenya'da bizim Türklerin Kürtleri korucu yapma sistemini kullanmışlardır Mau Mau isyanı sırasında. İsyancılar aynı aşiretten de olsa, köyler bölünmüştür yani. Malum olduğu üzere Kıbrıs'ta Rumlar'a karşı Türkler`i kullanmışlardır bir nevi korucu olarak. Polis olarak. Yesin birbirini enayiler. Tabii ki tüm bunlara rağmen sömürgelerin isyanı bastırılamamıştır. Geri adım atılmak zorunda kalınmıştır. İyi ama geri adım atılıp da belli bir kesim iktidara gelecekse, bunlar 4/4'lük uşakları bile olsalar fazla güçlenip de, hele hele rakipler tarafından da güçlendirilip de başımıza bela haline gelememeliler. Bunu nasıl halletmeli? Bunun da çeşitli yolları var. Mesela demek ki sen bana karşı iç savaş çıkartıp benim sömürge memurlarımla gül gibi yönettiğim ülkede iktidar olmak istersin ha! Demek ki benim elimi zorlarsın ha! İç savaş mı dediydin? Al sana bir iç savaş! Hindistan bir bütündü, Pakistan ve Bangladeş onun parçasıydı. Müslüman Hindu birlikti. İngiliz daha iç savaş sırasında başladı bu dini farklılığı kaşımaya. Yönetimini böylece uzattı. Müslümanların haklarını savunuyordu yahu. Bilmeyen var mıdır bunu? Pakistan'ı koparttı. Dünya tarihindeki en büyük nüfuslu göçü ve karşılıklı katliamı ÖRGÜTLEDİ! Böylece Hindistan içinde sürekli bir müslüman-hindu sorunu yarattı. Ve birbirine düşman, birbirini yemek için kendisine ihtiyacı olan iki devlet. Hele hele kendisinin yenip bitmesini önlemek için ona çok ihtiyacı olan bir devlet-Pakistan! Müslüman! İngiliz'in kucağında doğmuş ve de beslenen bir ülke! Bir de buna Kaşmir olayını ilave ettin mi, değme zevkine. Arabulucu olmak, bin bir türlü dengeler ayarlama imkanı elde etmek diye buna denir her halde! Kıbrıs'a dönelim mi? Burada da bir benzerlik gördünüz mü? Tabii ki. Hem de bu sefer iki taraf da güçsüz. İki taraf da Londra'dan çıkmıyor. Kıbrıs'ın güneyi de kuzeyi de, Rum'u da Türk'ü de Londra'da Dış işleri bakanlığının aşığı! Hem de solcusu da sağcısı da! Burjuva milliyetçiliği alıp başını gitmeye göre. Ne sağ bırakır ne de sol! İngiliz de oturmuş üslerin üstüne ‚Äòarabuluculuk' yapıyor. Bu arabuluculuk işinde kullandığı memur da kim bir bilin? Lord David Hannay. Rwanda-Brundi katliamını Fransız düzenledi. İşte bu barbar katliamcı da, Birleşmiş Milletler'de, Amerikalı Bayan Albright ile birlikte bu katliamın olmadığını, olmayacağını ilan edip, Fransız'ın katliam önleme ayaklarında bu ülkelere asker çıkarmasını durdurarak Fransız'a darbe vurdu. Bu arada bir milyon insan katledildi. Ne olmuş ki. Fransız da kazığı yedi! Bak bu katliamın peşinden tüm bölgede daha ne iç savaşlar ve katliamlar ortaya çıktı. İngiliz Amerikanla birlikte insanlık görevi yapıp oradaki insanları doyuruyor. Arabuluculuk da yapıyor. Allah başımızdan eksik etmesin bunları. Eksik olmazlar da. Ülkeler, üç beş kuruş için ülkeyi ve milleti bunlara satan hain burjuvalarından kurtulamazsa, ancak ve ancak işçilerin etrafında oluşturulabilecek bir birlik ve bütünlüğe sahip olamazsa kurtulamayız da! Daha pek çok yöntemler var. İleride onlara da değineceğiz. Ama şunu hatırlatmadan edemeyeceğim. Malumunuz olduğu üzere Amerika Kolombiya'da, kendi askeri ve ona uşaklık eden yerli vatan hainlerinin oluşturduğu askerlerle birlikte bir savaş yürütüyor. Bu savaşta, kokaine karşı, uyuşturucunun bu türüne karşı savaştığını ilan ediyor. Bu nedenle, kendi uçakları ile, İngiliz'in zehirli ilaçlarını Kolombiya balta girmemiş ormanlarına, dolayısı ile Kolombiya köylülerinin üzerine sıkıyor. Kokain tarlalarını yok edecekmiş. Balta girmemiş ormanlarda bunların nereye ekildiğini göremediği için de işte böyle zehirler kullanmak zorunda kalmaktaymış. Duydunuz değil mi? İyi ama dünya eroininin yüzde 95'i Afganistan'da yetiştiriliyor. Balta girmemiş ormanlarda falan da değil. Açık arazide. Ona karşı da savaş açtılardı Afganistan'a girip yerleşmeden önce. Bilin bakalım şimdi neler oluyor? Haşhaş tarlalarının kökü kurumuştur diyebilir CTP'li YBH'lı yoldaşlar ‚Äì ne de olsa İngiltere ve Almanya da devrede, AB üyeleri yani! Yok canım, daha neler. Haşhaş ekimi yüz misline çıktı dersek yalan olmaz. Eh, Almanya, İngiltere, ABD, bir de Türkiye korursa seni. Sırtın sağlam yerde demektir? Onlar geldi, eroincilere gün doğdu! Kolombiya'da da köylülerin isyanını bastırabilirlerse kendi kokainci şefleri bayram edeceklerdir. Hiç şüpheniz olmasın.