Marx'tan Paris'teki P. V. Annenkov'a

Brüksel, 28 Aralık [1846]

Azizim Bay Annenkov,

Kitapçım, Mösyö Proudhon'un kitabı Sefaletin Felsefesi'ni ancak geçen hafta göndermemiş olsaydı, 1 Kasım tarihli mektubunuza yanıtımı çok daha önce almış olacaktınız. Bu konudaki düşüncelerimi size bir an önce ulaştırabilmek için, kitabı iki günde okudum. Kitabı çok acele okuduğumdan ayrıntılara giremem, ancak üzerimde bıraktığı genel izlenimi söyleyebilirim. Arzu ederseniz, bir ikinci mektupta ayrıntılara girebilirim.

İçtenlikle itiraf etmeliyim ki, bir bütün olarak kitabı kötü, çok kötü buldum. M. Proudhon'un bu şekilsiz ve gösterişli yapıtta geçit yaptırdığı "Alman felsefesi yamasına" siz de mektubunuzda gülüyorsunuz ama, ekonomik tartışmalara felsefi zehirin bulaşmadığını düşünüyorsunuz. Ben de (sayfa 624) ekonomik tartışmalardaki yanlışlıkları, M. Proudhon'un felsefesine bağlamaktan çok uzağım. M. Proudhon'un, bize, ekonomi politiğin yanlış bir eleştirisini yapması, saçma bir felsefi teoriye sahip bulunmasından ötürü değildir; bugünün toplumsal sistemini, M. Proudhon'un daha pek çokları gibi Fourier'den aldığı bir sözcüğü kullanayım, engrènement'ı[1] içinde anlayamadığı içindir ki, bize saçma bir felsefi teori veriyor.

M. Proudhon, Tanrıdan, evrensel akıldan, hiç bir zaman yanılmayan, bütün çağlar boyunca hep kendisine eşit olmuş bulunan ve gerçeği bilebilmesi için kişinin doğru bilince sahip olmasını gerektiren insanlığın kişisel olmayan aklından niçin sözediyor? Kendisine gözüpek bir düşünür görünümü verebilmek için, niçin o güçsüz hegelciliğe sığınıyor?

Bu bilmecenin anahtarını da gene kendisi veriyor. M. Proudhon, tarihte bir dizi toplumsal gelişme görmektedir; tarihin içinde gerçekleştirilen bir ilerleme bulmaktadır; nihayet, insanların bireyler olarak yaptıkları şeylerden haberdar olmadıklarını ve kendi hareketlerinde yanıldıklarını söylemektedir, yani bunlann toplumsal gelişmeleri ilk bakışta, kendi bireysel gelişmelerinden başka, ayrı ve bağımsız gibi görünmektedir. Bu olguları açıklayamıyor ve bundan ötürü de evrensel aklın kendi kendisini açıkladığı varsayımını icat ediveriyor. Mistik nedenler, yani sağduyudan yoksun sözler icat etmekten daha kolay bir şey yoktur.

Ama insanlığın tarihsel gelişimi konusunda hiç bir şey anlamadığını kabullenmekle —o, bunu, Evrensel Akıl, Tanrı vb. gibi şatafatlı sözcükler kullanmakla kabul etmiş oluyor— M. Proudhon, ekonomik gelişimi anlama yeteneğinden yoksun bulunduğunu üstü kapalı bir biçimde ve zorunlu olarak kabullenmiş olmuyor mu?

Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte özgür müdürler? Asla. insanın üretici güçlerinin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, belirli bir ticaret ve tüketim biçimi elde edersiniz. Üretimde, ticarette, ve tüketimde belirli gelişme aşamaları alırsanız, buna tekabül eden bir aile, zümreler veya sınıflar örgütü, tek (sayfa 625) sözcükle, buna tekabül eden bir uygar toplum elde edersiniz. Belirli bir uygar toplum alırsanız, uygar toplumun yalnızca resmi ifadesi olan belirli politik koşullar elde edersiniz. M. Proudhon bunu hiç bir zaman anlayamayacaktır, çünkü devletten topluma —yani toplumun resmi özetinden resmi topluma— seslenmekle büyük bir iş yaptığını sanıyor.

İnsanların kendi üretici güçlerini —ki tüm kendi tarihlerinin temelidir— seçmekte özgür olmadıklarını eklemek gereksiz, çünkü her üretici güc, edinilmiş bir güçtür daha önceki eylemlerin ürünüdür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratik insan enerjisinin sonuçlarıdırlar; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o ana dek edinilmiş üretici güçlerle, kendileri varolmazdan önce varolmuş, kendilerinin yaratmadıkları, bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullandırılmaktadır. Bu basit olgu nedeniyle, yani birbiri ardından gelen her kuşağın yeni üretime hammadde olarak hizmet eden ve bir önceki kuşak tarafından edinilmiş üretici güçlere kendisini sahip bulması nedeniyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve bundan ötürü de toplumsal ilişkileri daha da geliştikçe, insanlık tarihi, her zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun zorunlu sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettirler.

M. Proudhon, düşünceler ile şeyleri birbirine karıştırıyor. İnsanlar kazanmış oldukları şeylerden hiç bir zaman vazgeçmezler, ama bu demek değildir ki, belirli üretici güçleri içinde edinmiş bulundukları toplumsal biçimden de hiç bir zaman vazgeçmezler. Tersine, ulaşılmış bulunan sonuçlardan yoksun bırakılmamak ve uygarlığın meyvelerini yitirmemek için, ticaret biçimlerinin artık edinilmiş üretici güçlere uygun düşmediği andan sonra, tüm geleneksel toplumsal biçimlerini değiştirmeye zorlanırlar. Burada "ticaret" sözcüğünü geniş anlamında kullanıyorum, Almanca'da Verkehr'i kullandığımız gibi. Örneğin: ayrıcalıklar, loncalar (sayfa 626) ve korporasyonlar kurumu, ortaçağların düzenleyici rejimi, yalnızca edinilmiş üretici güçlere ve daha önce varolmuş bulunan ve bu kurumların içinden çıkmış bulundukları toplumsal koşula tekabül eden toplumsal ilişkilerdi. Korporasyonlar ve düzenlemeler rejiminin koruyuculuğu altında sermaye biriktirilmiş, denizaşırı ticaret geliştirilmiş, sömürgeler kurulmuştu. Ama eğer insanlar, çatısı altında bu meyveleri olgunlaştıran biçimleri alıkoymaya kalkışmış olsalardı, bu meyvelerden yoksun kalmış olacaklardı. İşte o iki fırtına böyle patladı — 1640 ve 1688 devrimleri. Bütün eski ekonomik biçimler, bunlara tekabül eden toplumsal ilişkiler, eski uygar toplumun resmi ifadesi olan politik koşullar, İngiltere'de yok edildiler. Demek ki, insanların içinde üretim, tüketim ve değişim yaptıkları ekonomik biçimler, geçici ve tarihseldirler. Yeni üretici yeteneklerin elde edilmesiyle insanlar, üretim biçimlerini ve üretim biçimiyle birlikte bu belirli üretim biçiminin zorunlu ilişkilerinden ibaret olan tüm ekonomik ilişkileri değiştirirler.

M. Proudhon'un anlayamadığı ve hele hiç göremediği işte budur. M. Proudhon, tarihin gerçek hareketini izleme yeteneğinden yoksun olduğundan, diyalektik olduğunu küstahça iddia eden bir hayalet yaratıyor. 17., 18. veya 19. yüzyıllardan sözetmenin gereğini duymuyor, çünkü onun tarihi, hayal dünyasının bulutlan içinde, zaman ve uzayın çok ötesinde yol alıyor. Kısacası bu, tarih değil, o eski hegelci süprüntüdür; layik tarih —insanoğlunun tarihi— değil, kutsal tarihtir — düşünceler tarihidir. Onun bakış açısından insan, düşüncenin ya da ölümsüz aklın kendisini ortaya koymak için kullandığı aletten ibarettir. M. Proudhon'un sözünü ettiği evrimlerin, mutlak düşüncenin mistik rahminde gerçekleştirilen türden evrimler olduğu anlaşılıyor. Bu mistik dilin üstündeki peçeyi yırtacak olursanız, M. Proudhon'un, size ekonomik kategorilerin kendi kafasının içinde kendilerini soktukları düzeni sunduğu çıkar ortaya. Size, bunun, çok düzensiz bir kafanın düzeni olduğunu tanıtlamak benim için hiç de güç olmayacaktır.

M. Proudhon, kitabına, gözde konusu olan değer üzerine bir söylevle başlıyor. Bu söylevin incelenmesine bugün girmeyeceğim. (sayfa 627)

Ölümsüz aklın ekonomik evrimler dizisi, işbölümü ile başlamaktadır. M. Proudhon için, işbölümü, çok basit bir şeydir. Ama kast rejimi de belirli bir işbölümü değil miydi? Korporasyonlar rejimi de bir başka işbölümü değil miydi? Ve İngiltere'de 17. yüzyılın ortalarında başlayıp 18. yüzyılın sonlarında son bulan manüfaktür sistemi altındaki işbölümü de, modern büyük sanayiin işbölümünden tümüyle farklı değil miydi?

M. Proudhon gerçeklerden o denli uzaktır ki, layik iktisatçıların ilgilendikleri şeylere olsun, aldırmıyor. İşbölümünden sözederken, dünya pazarına değinmenin gereğini duymuyor. Güzel. Ama gene de ortada henüz sömürgelerin bulunmadığı, Amerika'nın Avrupa için henüz daha varolmadığı ve Avrupa için Asya'nın ancak Bizans aracılığı ile varolduğu 14. ve 15. yüzyıllardaki işbölümü, sömürgelerin çoktan gelişmiş bulunduğu 17. yüzyıldakinden temelden değişik değil miydi?

Ve hepsi bundan ibaret değil. Ulusların iç örgütlenmesi, bütün uluslararası ilişkiler, belirli bir işbölümünün ifadesinden başka bir şey midirler? Ve işbölümü değiştiğinde, bunların da değişmesi gerekmez mi?

M. Proudhon işbölümü sorununu o denli az anlamıştır ki, örneğin 9. yüzyıldan 12. yüzyıla dek Almanya'da görülen kent ile kırın ayrılmasına değinmiyor bile. Demek ki, M. Proudhon için, bu ayrılma, ölümsüz bir yasadır, çünkü M. Proudhon bunun ne kökeninden ve ne de gelişiminden haberdar. Bütün kitabı boyunca, belirli bir üretim biçiminden, bunun yaratılışından sanki sonuna dek sürecekmiş gibi sözediyor. M. Proudhon'un işbölümü konusunda bütün söylediği bir özetten ibarettir, ve o da, Adam Smith'in ve daha binlercesinin kendisinden önce söyledikleri şeylerin çok yüzeysel ve eksik bir özeti.

İkinci evrim makinedir. İşbölümü ile makine arasındaki bağ, M. Proudhon için tümüyle mistiktir. Her tür işbölümü, kendi özel üretim aletlerine sahipti. Örneğin 17. yüzyılın ortaları ile 18. yüzyılın ortaları arasında insanlar, her şeyi elleriyle yapmıyorlardı. Makineler vardı, hem de dokuma tezgahları, gemiler, kaldıraçlar vb. gibi çok karmaşık olanları.

Demek ki, makineyi, genel olarak işbölümünden (sayfa 628) türetmekten daha saçma bir şey yoktur.

Sırası gelmişken şuna da işaret edebilirim ki, makinenin kökenini kavrayamayan M. Proudhon, gelişimini hiç kavramamıştır. 1825 yılına dek —ilk genel bunalım dönemi— tüketim taleplerindeki artışın üretim artışlarından genellikle daha hızlı olduğu ve makinelerde görülen gelişmenin, pazar gereksinmelerinin kaçınılmaz bir sonucu olduğu söylenebilir. 1825'ten bu yana, makinenin icadı ve uygulanması, işçilerle işverenler arasındaki savaşın sonucu olmuştur yalnızca. Ama bu, ancak İngiltere için doğrudur. Avrupalı uluslara gelince, bunlar, makine kullanmaya hem kendi pazarlarındaki ve hem de dünya pazarındaki İngiliz rekabeti yüzünden itilmişlerdir. Nihayet, Kuzey Amerika'ya makinenin girişi, hem öteki ülkelerle olan rekabet ve hem de el emeğinin kıt oluşu, yani Kuzey Amerika'nın nüfusu ile sınai gereksinmeleri arasındaki oransızlık yüzünden olmuştur. Bu olgulara bakınca, rekabet hayaletini, bir yolunu bulup, üçüncü evrim, makinenin antitezi! diye yutturmakla M. Proudhon'un ne büyük akıllılık ettiği görülebilir.

Son ve genel olarak, işbölümü, rekabet, kredi vb. ile birlikte makineyi de bir ekonomik kategori yapmak, tümüyle saçmadır.

Sabanı çeken öküz ne denli bir ekonomik kategoriyse, makine de o denli bir ekonomik kategoridir. Makinenin uygulanması bugün, mevcut ekonomik sistemimizin ilişkilerinden biridir ama, makineden yararlanma biçimi, makinenin kendisinden apayrı bir şeydir. İster bir adamı yaralamak için, isterse onun yaralarını sarmak için kullanılıyor olsun, barut, aynı baruttur.

M. Proudhon, rekabetin, tekelin, vergilerin ya da güvenliğin, ticaret dengesinin, kredi ve mülkiyetin kendi kafasının içinde bu söylediğim sırayla gelişmesine olanak vermekle, kendi kendisini de aşmaktadır.

18.yüzyılın başlarına gelindiğinde İngiltere'de, hemen bütün kredi kurumları, makinenin keşfinden önce gelişmiş bulunuyorlardı. Kamu kredisi, vergilendirmeyi artırmanın ve burjuvazinin iktidara gelmesiyle yaratılmış olan yeni talepleri karşılamanın taze bir yönteminden ibaretti. Nihayet, M.Proudhon'un sistemindeki son kategoriyi mülkiyet (sayfa 629) oluşturmaktadır. Oysa, gerçek hayatta, işbölümü ve M. Proudhon'un bütün öteki kategorileri, bütünlükleri içinde bugün mülkiyet olarak bilinen şeyi oluşturan toplumsal ilişkilerdir, bu ilişkiler dışında, burjuva mülkiyeti, metafizik ya da hukuki kuruntudan başka bir şey değildir. Değişik bir çağın mülkiyeti, feodal mülkiyet, bütünüyle değişik bir toplumsal ilişkiler dizisi içinde gelişir. Mülkiyeti bağımsız bir ilişki olarak koymakla, M. Proudhon, yöntem hatası yapmanın da ötesine geçmektedir: burjuva üretiminin bütün biçimlerini birarada tutan bağı kavramamış olduğunu, belirli bir çağın üretim biçimlerinin tarihsel ve geçici niteliğini anlamamış olduğunu apaçık göstermektedir. Toplumsal kurumlarımızı tarihsel ürünler olarak görmeyen, bunların kökenlerini ve gelişmelerini anlamayan M. Proudhon, bunların ancak doğmatik bir eleştirisini yapabilir.

Bundan ötürü, M. Proudhon, gelişmeyi açıklayabilmek için bir uydurmaya sığınmak zorunda kalıyor. İşbölümünün, kredinin, makinenin vb. hep o kendi sabit düşüncesine, eşitlik düşüncesine hizmet etmek için icat edilmiş olduklarını sanıyor. Açıklaması son derece safçadır. Bu şeyler hep eşitlik için icat olunmuşlardır ama, ne yazık ki, eşitliğe karşı dönmüşlerdir. Tüm tezini oluşturan, işte budur. Başka bir deyişle, asılsız bir varsayım yapıyor, sonra gerçek gelişme, her adımda, kendi uydurduklarıyla çelişince de, ortada bir çelişki olduğu sonucuna varıyor. Çelişkinin yalnız kendi sabit düşünceleriyle gerçek hareket arasında varolduğu olgusunu saklıyor.

Demek ki, M. Proudhon, esas olarak gerekli tarihsel bilgilerden yoksun bulunduğundan ötürü, insanların, üretici güçlerini geliştirdikçe, yani yaşadıkça, birbirleriyle belirli ilişkiler geliştirdiklerini ve üretici güçlerin değişmesi ve büyümesiyle birlikte bu ilişkilerin doğal özelliklerinin de zorunlu olarak değişmesi gerektiğini kavramamıştır. Ekonomik kategorilerin bu gerçek ilişkilerin soyut ifadelerinden ibaret olduklarını ve ancak ilişkiler varoldukça geçerli kalacaklarını kavramamıştır. M.Proudhon, bundan ötürü, bu ekonomik kategorileri yalnızca belirli bir tarihsel gelişmenin, üretici güçlerdeki belirli bir gelişmenin tarihsel yasaları olarak değil de, ölümsüz yasalar olarak gören burjuva iktisatçılarının (sayfa 630) yanılgısına düşmektedir. Böylelikle politik ekonomik kategorileri gerçek, geçici, tarihsel, toplumsal ilişkilerin soyut ifadeleri olarak göreceğine, Mösyö Proudhon mistik bir tersyüzlük sayesinde, gerçek ilişkilerin içinde yalnızca bu soyutlamalann ürünlerini görmektedir. Bu soyutlamalar, dünyanın kuruluşundan beri Tanrı Babanın yüreğinde uyuklayan formüllerdir.

Ama bizim M. Proudhon'umuz burada şiddetli entelektüel karışıklıklar içine düşüyor. Eğer bütün bu ekonomik kategoriler, Tanrının yüreğinden çıkma şeylerse, insanın gizli ve ölümsüz yaşamı iseler, birincisi, nasıl oluyor da ortada gelişme diye bir şey olabiliyor; ve ikincisi, nasıl oluyor da M. Proudhon bir muhafazakar olmuyor? 0, bu apaçık çelişkileri, bütün bir uzlaşmaz karşıtlıklar sistemi ile açıklıyor.

Bu uzlaşmaz karşıtlıklar sistemine ışık tutmak için bir örnek alalım.

Tekel iyi bir şeydir, çünkü bir ekonomik kategoridir ve bundan ötürü de Tanrıdan çıkmadır. Rekabet iyi bir şeydir, çünkü o da ekonomik bir kategoridir. Ama iyi olmayan şey, rekabetle tekelin birbirlerini yiyip yutuyor olmalarıdır. Ne yapmalı? Tanrının bu iki ölümsüz düşüncesi birbirleriyle çeliştiklerine göre, Tanrının bağrında tekelin kötülüklerinin rekabetle dengelendiği ve vice versa bir sentezin bulunması, M. Proudhon'a çok açık bir şey olarak görünüyor. İki düşünce arasındaki savaşımın sonucu olarak ortaya bunların yalnızca iyi yanları çıkacaktır. Kişi bu gizli düşünceyi Tanrıdan kapmalı ve uygulamalıdır, o zaman her şey yoluna girecektir; kişisel olmayan insan aklının karanlıklarında saklı duran sentetik formül açığa çıkartılmalıdır. Bu açığa çıkartma işini yapacak kişi olarak öne fırlamakta, M. Proudhon bir an bile duraksama göstermiyor.

Ama bir an için gerçek hayata bakın. Zamanımızın ekonomik yaşamında yalnızca rekabet ile tekeli değil, onların sentezini de bulursunuz ki, bu sentez bir formül değil bir harekettir. Tekel rekabet üretir, rekabet de tekel. Ama bu denklem, burjuva iktisatçılarının sandıklarının tersine, içinde bulunduğumuz durumun güçlüklerini kaldırmak bir yana, çok daha güç ve karışık bir duruma yolaçmaktadır. Bundan ötürü, eğer mevcut ekonomik ilişkilerin üzerine dayanmakta (sayfa 631) olduğu temeli değiştirecek olursanız, mevcut üretim biçimini yok edecek olursanız, yalnızca rekabeti, tekeli ve bunların uzlaşmaz karşıtlığını yok etmekle kalmaz, bunların birliğini, sentezlerini, rekabet ile tekelin gerçek dengesi olan hareketi de yok edersiniz.

Şimdi size Mösyö Proudhon'un diyalektiğinden bir örnek vereceğim.

Özgürlük ile kölelik bir uzlaşmaz karşıtlık oluştururlar. Ne özgürlüğün iyi ve kötü yanlarından sözetmenin ve ne de, kölelik sözkonusu olduğunda, bunun kötü yanları üzerinde durmamın gereği var. Açıklanması gereken tek şey, onun iyi yanıdır. Konumuz, dolaylı kölelik, proletaryanın köleliği değil, dolaysız kölelik, Surinam'daki, Brezilya'daki, Kuzey Amerika'nın güney devletlerindeki kara ırklann köleliğidir.

Makine, kredi vb. kadar, doğrudan kölelik de, bugün, sanayileşmemizin eksenidir. Kölelik yoksa, pamuk da yok; pamuk yoksa, modern sanayi de yok. Kölelik, sömürgeciliğe değer kazandırdı; sömürgeler de dünya ticaretini yarattılar; dünya ticareti büyük makineli sanayiin zorunlu koşuludur. Demek ki, zenci alışverişi başlamadan önce, sömürgeler, Eski Dünya'ya ancak birkaç ürün arzediyorlar ve yeryüzünde hiç bir görünür değişiklik yaratmıyorlardı. Öyleyse kölelik, en büyük öneme sahip bir ekonomik kategoridir. Kölelik olmasaydı, Kuzey Amerika, bu en ilerici ülke, ataerkil bir diyar durumuna gelirdi. Anarşi yaratmak için, ticaretin ve modern uygarlığın toptan çöküşü için yapmamız gereken tek şey, Kuzey Amerika'yı uluslar haritasından silmekten ibarettir. Ama köleliğin yokolması demek, zaten Kuzey Amerika'nın uluslar haritasından silinmesi demektir. İşte, ekonomik bir kategori olduğundan ötürü, köleliği dünya varolduğundan beri her ulusta görüyoruz. Modern uluslar köleliği, çoktan açığa Yeni Dünya'ya ithal ederken, kendi ülkelerindeki köleliği nasıl gizleyeceklerini bilmişlerdir. Bizim değerli M. Proudhon'umuz kölelik üzerindeki bu gözlemlerden sonra yoluna nasıl devam edecek? Özgürlük ile kölelik arasındaki sentezi, kölelik ile özgürlük arasındaki ılımlılığı veya dengeyi bulmaya çalışacaktır.

Mösyö Proudhon, insanların, kumaş, keten bezi, iplikli üretmeleri olgusunu çok iyi kavramıştır ve buncacık bir şeyi (sayfa 632) kavramış olmak onun payına büyük bir hünerdir! Onun kavrayamadığı şey, bu insanların, yeteneklerine göre, kumaş ve keten bezi üretirken, bu arada, toplumsal ilişkiler de üretmeleridir. Toplumsal ilişkilerini maddi üretkenliklerine uygun olarak üreten insanların, düşünceler, kategoriler, yani bu aynı toplumsal ilişkilerin soyut ideal ifadelerini de üretmelerini hele hiç anlannyor. Demek ki, kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden daha ölümsüz değillerdir. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. M. Proudhon için ise, soyutlamalar, kategoriler, tersine, ilk nedenlerdir. Ona göre, tarihi yapan bunlardır, insanlar değil. Soyutlama, bu biçimdeki kategori, yani insanlardan ve onların maddi eylemlerinden ayrı olarak kategori, elbette ki ölümsüz, değişmez, hareketsizdir; bu, saf aklın varlığının yalnızca bir biçimidir; bu, bu biçimdeki soyutlamanın bir soyutlama olduğunu söylemenin başka bir yoludur ancak çok güzel bir totoloji!

Demek ki, ekonomik ilişkiler, kategoriler olarak alındıklarında, M. Proudhon için kökenden ve ilerlemeden yoksun ölümsüz formüllerdir.

Bir başka biçimde söyleyelim: M. Proudhon, burjuva yaşamın kendisi için ölümsüz bir gerçeklik olduğunu doğrudan söylemiyor; burjuva ilişkilerini düşünce şeklinde ifade eden kategorileri tanrılaştırarak, bunu dolaylı yoldan yapıyor. Burjuva toplumunun ürünleri M. Proudhon'un kafasında kategoriler biçiminde, düşünce biçiminde canlanır canlanmaz, onları, kendilerine ait bir hayata sahip, kendiliklerinden ortaya çıkmış ölümsüz varlıklar olarak alıyor. Böylece burjuva ufkunun ötesine geçemiyor. Ölümsüz gerçekliklerini önceden varsaydığı burjuva düşünceleriyle uğraşmakta olduğundan, bu düşüncelerin bir sentezini, bir dengesini bulmaya çalışıyor ve onları dengeye ulaştıran mevcut yöntemin mümkün olan biricik yöntem olduğunu görmüyor.

Aslında, o da, bütün iyi burjuvalann yaptıklarını yapıyor. Bunların hepsi, rekabetin, tekelin, vb., ilke olarak, yani soyut düşünceler olarak alındıklarında, yaşamın biricik temelini oluşturduklarını, ama pratikte ise kişiye bundan çok daha fazlasını arzulattıklarını söylerler. Bunların hepsi, rekabeti rekabetin öldürücü etkileri olmaksızın isterler. Bunların hepsi de olanaksızı, yani burjuva varlığının koşullarını, bu (sayfa 633) koşulların zorunlu sonuçları olmaksızın isterler. Bunlardan hiç biri, burjuva üretim biçiminin, tıpkı feodal üretim biçimi gibi, tarihsel ve geçici olduğunu anlamaz. Bu yanılgıyı doğuran şey, burjuva insanı, her toplumun mümkün biricik temeli olarak görmeleridir; bunlar, insanların artık burjuva olmayacakları bir toplum düşünemezler.

Bundan ötürü, M. Proudhon, zorunlu olarak doktrinerdir. Bugünkü dünyanın altını üstüne getirmekte olan tarihsel hareket, ona göre, kendisini iki burjuva düşüncesinin doğru dengesini, sentezini bulma sorununa indirger. Ve böylelikle, akıllı olan kimse, kurnazlığı sayesinde, Tanrının saklı düşüncesini, tecrit olunmuş iki düşüncenin birliğini keşfedebilir — ki bunlar, pratik yaşamdan, bugünün üretiminden, yani ifade ettikleri gerçeklerin birliğinden, sırf M. Proudhon onları tecrit etmiş olduğu için tecrit olunmuşlardır. .

İnsanlar tarafından şimdiye dek edinilmiş üretici güçler ile bunların bu üretici güçlere artık tekabül etmeyen toplumsal ilişkileri arasındaki çelişkiden doğan büyük tarihsel hareketin yerine; her ulusun değişik sınıfları arasında hazırlanmakta olan korkunç savaşların yerine; bu çelişkileri çözebilecek biricik şey olan kitlelerin pratik ve zorlu eylemi yerine — bu engin, uzun ve karmaşık hareket yerine, Mösyö Proudhon, kendi kafasının içindeki saçma devinmeyi koyuyor. Böylece tarihi yapanlar, bilgili kimselerdir, Tanrının gizli düşüncelerinin nasıl aşırılacağını bilenlerdir. Sıradan insanların yapacakları şey, bunların ortaya çıkardıklarını uygulamaktan ibarettir. M. Proudhon'un her politik akımı düşman ilan etmesinin nedenini şimdi anlamış olmalısınız. Ona göre, mevcut sorunların çözümü, halk eyleminde değil, kendi kafasının diyalektik devranında yatmaktadır. M. Proudhon'a göre, itici güç kategorilerden oluştuğuna göre, kategorileri değiştirmek için pratik yaşamı değiştirmek gerekmez. Tam tersine, değiştirilmesi gereken kategorilerdir ve mevcut toplumdaki değişiklik bunun sonucu olacaktır. Mösyö Proudhon, çelişkileri uzlaştırma hevesi içinde, bu çelişkilerin dayandığı temellerin yıkılması gerekip gerekmediğini bile sormaz. 0 tıpı tıpına kralın, avam kamarasının ve lordlar kamarasının toplumsal yaşamın kopmaz (sayfa 634) parçaları, ölümsüz kategorileri olmalarını arzulayan politik doktrinere benzemektedir. Onun bütün aradığı, bu güçler arasında denge kurabilecek yeni bir formüldür, ki bu denge, şu anda fatih olan gücü az sonra köle haline getiren fiili hareketin ta kendisidir. Böylece, birtakım orta zekalı kimseler, 18. yüzyılda, toplumsal sınıfları, asilleri, kralı, parlamentoyu vb. dengeye getirecek doğru formülü aramakla uğraşırlarken, bir sabah uyanıp bir de baktılar ki, gerçekte ortada artık ne bir kral, ne parlamento ve ne de asiller var. Bu uzlaşmaz karşıtlık içindeki doğru denge, bu feodal varlıklar ve bu feodal varlıkların uzlaşmaz karşıtlıklarına temel olan tüm toplumsal ilişkileri yıkmaktı.

M. Proudhon, ölümsüz düşünceleri, saf akıl kategorilerini bir yana, insanoğlunu ve onun pratik yaşamını, ki bu yaşam M: Proudhon'a göre bu kategorilerin uygulanmasıdır, öteki yana koyduğundan, kişi onda, daha baştan, yaşam ile düşünceler arasında, ruh ile beden arasında bir ikicilik bulur, birçok biçimlerde tekrar tekrar ortaya çıkan bir ikicilik. şimdi artık bu uzlaşmaz karşıtlığın, kendi tanrılaştırdığı kategorilerin layik kökenini ve layik tarihini anlamakta M. Proudhon'un gösterdiği yeteneksizlikten başka bir şey olmadığını görebilirsiniz.

Mektubum, daha şimdiden, M. Proudhon'un, komünizme karşı çıkardığı tezlerden sözetmeme olanak vermeyecek kadar uzadı. Şu an için siz de kabul edersiniz ki, toplumun bugünkü durumunu anlamamış bir kişiden, bu toplumu yıkmaya yönelen hareketi ve bu devrimci hareketin sözlü ifadelerini anlaması hiç beklenemez.

Mösyö Proudhon'a bütünüyle katıldığım biricik nokta, duygusal sosyalizan hayalcilikten hoşlanmayışıdır. Kendisinden önce, ben de, bu duygusal, ütopyacı, ahmak sosyalizmle alay etmekten ötürü üzerime hayli düşmanlık çekmiştim. Ama, Örneğin Fourier'nin, bizim değerli Proudhon'umuzun gösterişli yavanlıklarından çok daha ötelere varan sosyalist duygusallığına karşı, kendi küçük burjuva duygusallığını —onun yuva, karı koca sevgisi ve bütün bu gibi baya ğılıklar üstüne ettiği şatafatlı laflardan sözediyorum— koymakla M. Proudhon, kendisini garip bir biçimde aldatmış olmuyor mu? Kendi tezlerinin boş şeyler olduğunun, bu konulardan (sayfa 635) sözetmekteki kesin yeteneksizliğinin o denli tam bilincindedir ki, şiddetli öfke, bağırıp çağırma ve haklı hiddet krizlerine kapılıyor, ağzı köpük köpük küfrediyor, suçluyor, rezalet, cinayet diye bağırıyor, Tanrının ve insanların önünde göğsüne vura vura sosyalist kepazeliklere bulaşmamış olmakla övünüyor! Sosyalist duygusallıkları, ya da kendisinin öyle kabul ettiği şeyleri ciddi bir biçimde eleştirmiyor. Kutsal bir kişiymiş, bir papaymış gibi zavallı günahkarları aforoz ediyor ve küçük burjuvazinin ve aile ocağının o zavallı ataerkil ve aşikane kuruntularının zafer türkülerini çağırıyor. Ve bu, bir raslantı degildir. M. Proudhon, tepeden tırnağa, küçük burjuvazinin filozofu ve iktisatçısıdır. İlerlemiş bir toplumda küçük burjuvazi, kendi durumu gereği, bir yandan bir sosyalist, öte yandan ise bir iktisatçıdır; yani büyük burjuvazinin görkemi karşısında gözleri kamaşırken, halkın çektiklerine karşı da sempati besler. Aynı anda hem burjuva ve hem de halk adamıdır. Tarafsız kalmış olmaktan ve bayağılıktan başka bir şey olduğunu öne süren doğru dengeyi bulmuş olmaktan ötürü, yüreğinin derinliklerinde, kendi kendisiyle övünmektedir. Bu türden bir küçük burjuva çelişkiyi yüceltir, çünkü kendi varlığının temeli çelişkidir. Bizzat kendisi, eylem içindeki toplumsal çelişkiden başka bir şey değildir zaten. Pratikte içinde bulunduğu durumu, teorik olarak da savunmalı ve haklı çıkarmalıdır, ve M. Proudhon da, Fransız küçük burjuvazisinin bilimsel yorumcusu olma erdemine sahiptir — gerçek bir erdem, çünkü küçük burjuvazi, yaklaşmakta olan tüm toplumsal devrimlerin kopmaz bir parçası olacaktır.

Bu mektupla birlikte, size, ekonomi politik konusundaki kitabımı[337] da gönderebilmeyi isterdim, ama bu yapıtın ve size Brüksel'de sözünü etmiş olduğum Alman filozoflarının ve sosyalistlerinin eleştirisini[2] bastırmak şu ana dek benim için mümkün olmadı. Bu tür bir yayın, Almanya'da, bir yanda polisin, öte yanda da saldırmakta olduğum bütün eğilimlerin bizzat ilgili temsilcileri olan kitapçıların çıkardığı ne büyük zorluklarla karşılaşıyor, inanmazsınız. Bizim kendi partimize gelince, yalnızca zayıf olmakla kalmıyor, Alman (sayfa 636) Komünist Partisinin büyük bir kesimi de, ütopyalarına ve şatafatlı sözlerine karşı çıktığım için bana kızıyor. ...

İlk kez özgün Fransızcasıyla,

Yazışmalarıyla M. M. Stasyuleviç ve Çağdaşları

(c. III, St. Petersburg 1912) adlı kitapta yayınlanmıştır